Platon (Eflatun) Kimdir?

Platon, Klasik Dönem olarak adlandırılan dönemde, Antik Yunanistan’ın Atina kentinde doğmuş bir Yunan filozofudur. Atina’da Platon, sonradan Platonculuk olarak bilinecek olan felsefi görüşlerini öğrettiği, Akademi isimli bir felsefe okulu kuracaktır.

Platon ismi, güreş hocası tarafından kendisine verilen bir takma isimdi. Platon, kelime anlamı itibariyle “geniş omuz ve göğüslü” anlamına gelmektedir. Platon’un da geniş omuz ve göğüslere sahip olduğundan güreş hocasının ona bu ismi verdiğinden bahsedilir. Sinoplu Diyojen’e göre ise gerçek ismi, Aristo’nun oğlu anlamına gelen Aristokles’di.

Ancak bu konuda hala daha süregelen tartışmaların olduğunu söyleyebiliriz. Kimilerine göre ise Platon’un gerçek ismi yine Platon idi. Her ne olursa olsun Platon, yazdığı eserlerini Platon ismiyle yayınlamıştır.

Akıl hocası Sokrates ve öğrencisi Aristoteles ile Platon felsefe tarihinde merkezi bir rol oynamaktadır. Neredeyse bütün çağdaşlarının eserlerinin tersine Platon’un eserlerinin 2400 yıl boyunca bozulmadan günümüze kadar geldiği bilinmektedir.

Ünlü filozof Alfred North Whitehead ise Platon’un felsefe tarihinde ne kadar önemli bir rol oynadığını gözler önüne sermesi bakımından şu cümlesi dikkate değerdir:

Bütün felsefe tarihi, Platon’a düşülen dipnotlardan ibarettir.

Platon’un Hayatı:

O döneme ait birincil kaynakların eksikliği nedeniyle Platon’un hayatına ilişkin edindiğimiz bilgilerin çoğunu, çağdaş ve klasik tarihçilerin yazıları aracılığıyla edinmekteyiz.

Genel olarak kabul edilen görüşe göre Platon, milattan önce yaklaşık 428 yılında doğmuştur. Ancak 424 ve 423 tarihlerini Platon’un doğum yılı olarak verenlerin sayısının da azımsanmayacak ölçüde olduğunu söyleyebiliriz.

Hem annesi hem de babası Yunan aristokrasisinden gelmektedir. Platon’un babası Ariston’un, Atina kralının soyundan geldiği bilinir. Annesi Peristion’un ise M.Ö 6.yüzyıl’da Yunan devlet adamı olan Solon’la bir soy ilişkisi olduğu sanılmaktadır.

Ait olduğu toplumsal sınıfın birçok genç çocuğu gibi Platon da Atina’nın en iyi öğretmenlerinden eğitim almıştı. Müfredatın içeriği olarak ise Parmenides’in yanı sıra Pisagorcu doktrinlere ağırlık verilmişti. Bu doktrinlerin ileride göreceğimiz üzere Platon’un varlık ve bilgiye dair görüşlerini geliştirdiği felsefesinde etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Platon’un babası, Platon daha çok gençken ölmüştür. Annesi ise kendi amcası, bir Yunan siyasetçisi olan Pyrilampes ile sonradan evlenmişti.

Atina’da o dönemde yeni kurulan oligarşik hükümet, Otuzlar Hükümeti Atinalı vatandaşların haklarını ciddi ölçüde kısıtlamıştı. Oligarşik hükümet yıkıldıktan ve ardından demokrasi tesis edildikten sonra Platon, siyaset alanında bir kariyer yapmayı düşündü. Ancak hocası olan Sokrates, Milattan önce 399 yılında idam edildikten sonra bu Platon’u çok etkileyecek ve böylelikle felsefeye yönelecekti.

Sokrates öldükten sonra Platon, 12 yıl boyunca Akdeniz dünyasını seyahat edecekti. Bu süre zarfında İtalya’da Pisagorcular’dan matematik; Mısır’da geometri, astronomi gibi bilimleri öğrenecektir.

Platon Felsefesine Giriş: Platon’un Felsefesinin Ortaya Çıkışı

Platon felsefesinin nasıl ortaya çıktığını anlatmadan önce, Antik Yunan coğrafyasında hakim olan kültürel, siyasi ve düşünsel olan havaya bakmakta yarar var.

Platon’un yaşadığı dönemde Atina büyük bir savaşa sahne olmuştu. Genç birisi olarak Platon, hayatının sonraki dönemini etkileyecek olan iki büyük olay yaşamıştı.

Platon
Platon

Birincisi, büyük Yunan filozofu Sokrates ile olan tanışmasıydı. Sokrates’in diyalog ve tartışma yöntemi Platon’u o kadar çok etkilemişti ki hayatını erdemlerin ne olduğu sorusuna ve soylu bir ruhun nasıl olması gerektiğine adayacaktı.

Diğer önemli etken ise Atina ve Spartalılar arasında yaşanan Peleponez Savaşı’ydı. Platonun’da bir süre asker olarak yer aldığı bu savaşta Atina yenilmişti. Bunun sonucu olarak da demokrasi ortadan kalkarak Spartalılar yerine bir oligarşik yönetim getirmişti.

Tabi bu esnada birçok Atina askeri ve vatandaşı ölmüş, esir edilmiş ya da malları elinden alınmıştı.

Böyle bir ortamda Atina halkı adalet, iyilik, kötülük, savaş, barış gibi kavramları iyiden iyiye sorgulamaya başlamıştı. Bu kadar kötülük, sefalet ve şiddet Atina halkının başına neden gelmişti?

İşte tam bu dönemde, “Sofistler” isimli bir grup ortaya çıktı. Sofist, kelime anlamı itibariyle “Sofia” yani bilgelik sözcüğünden gelir. Sofist ise bilge, öğreten, öğretmen gibi anlamlara gelmektedir. Kendilerine öğretmen, bilgelik öğreticisi diyen Sofistler, her şeyin göreli olduğunu ve adalet, iyilik, kötülük gibi kavramların aslında evrensel bir değere sahip olmadığını söylemekte ve bu öğretilerini para karşılığı insanlara satmaktaydı.

Sofistlerin en ünlü temsilcilerinden olan Protagoras, “insan her şeyin ölçüsüdür” sözüyle ünlüdür. Bu sözünde anlatmak istediği şeyi biraz açalım. Bilindiği gibi her insan dünyayı farklı bir şekilde görmesi bakımından kendine has algılara ve ölçütlere sahiptir.

Buradan yola çıkan Protagoras, herhangi bir insanın herhangi bir konuda bambaşka düşüncelere ve iddialara sahip olacağını belirtmekteydi. Bir diğer ifadeyle kişi, diğer herkesten farklı algılara sahip olduğu için olayları, nesneleri farklı bir şekilde algılamaktaydı. Yani yeryüzünde ne kadar algı varsa, o kadar iddia olacaktı.

Bu durumda herhangi bir şey hakkında insanlar bambaşka şeyler söyleyebilir ve hepsi de kendisine göre haklı olacaktır. Neden haksız olsun ki? Hangi insanın algısının en doğru olduğunu belirleyecek olan nedir? Böyle bir kriterin olmadığını düşünen Protagoras, insan her şeyin ölçüsüdür diyerek aslında genel geçer, evrensel birtakım ölçütlerin olmadığını söylemek istemiştir.

Tam bu noktada adalet, iyilik, kötülük, erdem gibi ahlaki kavramlar da kişiden kişiye değişmeliydi. Gerçekten de ahlaki kavramlarımızın ne olduğuna ilişkin evrensel ölçütler yoksa; insanlar farklı algılara sahipse ve her insanın ahlaki kavramlardan anladığı şeyler farklıysa, herkesin üzerinde uzlaştığı ahlaki kavramlardan ve evrensel ahlak yasalarından bahsedebilir miydik?

Bu konuyu daha başka açıdan da ele alırsak, dinler ve dinlerin ortaya koyduğu ahlak anlayışı da evrensel olamazdı. Bir diğer ifadeyle din, ortaya koyduğu değerler bakımından genel geçer ve kesin bir yapıya sahip değildi. Ahlaki ve dini değerlerin göreceli olduğu bir atmosferde ise ne iyilikten ne de adaletten bahsedebilirdik.

İşte Sofistlerin Atina halkının düşünce yapısını can damarından vurduğu yer burasıydı. Zaten savaş ve işgal nedeniyle büyük bir yıkım içinde olan Atina halkı bir yandan başına gelen felaketi sorguluyor; öte yandan Sofistler ahlaki ve dini anlamda başka bir yıkım meydana getiriyordu. Ahlaki ve dini öğretilerin kesin bir kaynağı yoksa o halde evrensel iyiliğin, adaletin, güzelliğin yerini kötülüğün, çirkinliğin, adaletsizliğin alması içten bile değildi.

Hiç kimsenin hiç kimseyi varlığına, doğruluğuna, haklılığına, meşruluğuna ikna edemeyeceği bireysel bir söylemle ortaya çıktığı bir dünyada egemen olan şey ne olacaktır? Sadece güç.

Gücün, güç iradesinin, şiddetin, kavganın hüküm sürdüğü bir dünyada ise insanı bekleyen şey, sadece savaş, acı ve ölümdür.

İşte Yunan dünyasının içine düştüğü tüm bu çalkantılı durum, Platon’u felsefi bir sistem oluşturmaya itecekti.

Platon bunlarla da kalmayacak, sorunu daha da derinleştirecektir: Nasıl sitenin içine düşmüş olduğu sosyal-siyasal çöküntünün, acı ve sefaletin gerisinde Sofistlerin yaratmış olduğu zihinsel ortamı bulmaktaysa, bunun da gerisinde varlık veya gerçeklik hakkındaki yanlış bir metafiziğin olduğunu düşünmektedir.

Bu konudaki görüşü ise onu daha önce Sokrates vesilesiyle üzerinde durduğumuz Büyük Varsayımı’na yani İdealar dünyasına götürmektedir. Nedir bu Büyük Varsayım?

Platon ve İdealar Dünyası : Büyük Varsayım

Platon ve Atina
Antik Dönemde Atina’ya ait temsili bir görsel.

Sofistler evrensel, genel-geçer ve herkes tarafından doğruluğu kabul edilen önermelerin, olguların varlığını reddetmektedir. Dolayısıyla evrensel olarak doğru kabul edilen önermelere ilişkin evrensel bilginin, hakikatin varlığını da otomatik olarak kabul etmiyordu.

Aynı zamanda insan doğasına ait olarak kabul edilen evrensel ahlaki kavramların, doğruların da kesinliği, genel-geçerliği tehlikeye düşmüştü.

Platon, hocası Sokrates’in Sofistlere bir cevap niteliğinde geliştirdiği argümanları ele almaktaydı. Sokrates’e göre evrensel birtakım ahlaki kavramlar var olmalıydı. Bu kavramlar, insanın doğasında yani ruhunda bulunması açısından insan tarafından akıl yoluyla bilinebilmekteydi.

Örnek verecek olursak, güzel nedir? Biz birden fazla bir şeye güzel demekteyiz. Manzaranın güzelliği, bir insanın iç güzelliği, hayatın güzelliği ya da dış görünüş bakımından birisinin fiziksel güzelliği. İşte tüm bunlarda ortak olan, onları güzel kılan evrensel bir “güzel” var olmak zorundadır. Aksi halde nesneleri “güzel” diye nasıl niteleyebilirdik ki?

Güzel, iyi, adalet, cesaret gibi ahlaki kavramlar ya da tümeller, kendi başına var olan gerçekliklerdi Sokrates’e göre. Ancak bunlar duyu organlarıyla bilemediğimiz türden varlıklardı. Onları sadece akıl yoluyla bilebilirdik. Çünkü ahlaki tümeller, maddi olmayan varlıklardı.

Sokrates bu gayri-maddi nitelikteki evrensel ve nesnel şeylerin varlığını ve onların bilgisinin mümkün olduğunu göstermişti. Sokrates aynı zamanda ruhun kendisinin de bu tür gayri-maddi ve ölümsüz bir varlık olduğunu, ölümsüz olması gerektiğini ima etmekteydi.

O halde Platon, yapmamız gereken şeyin Sokrates’in bu görüş açısını benimsemek, ancak onu genelleştirmek veya evrenselleştirmek olduğunu söylüyordu. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, sadece ahlaki kavramların değil fakat duyusal dünyanın konusu olan nesnelerin, önermelerin de evrensel tümellere sahip olduğunu ortaya koymak gerekiyordu.

Aksi halde bilim yapmak imkansız hale gelmekteydi. Eğer dış dünyadaki herhangi bir nesne hakkında kesin olarak konuşamıyorsak, önermelerin nesnel doğruluğunu ortaya koyamıyorsak nasıl bilim yapacaktık?

Bu yüzden Platon, bilimin konusu olabilecek bu tür genel, değişmez, nesnel ve evrensel özellikte şeylerin var olması gerektiğini düşünmüş ve başlıca özelliklerinin bunlar olması gerektiğini söylediği idea kavramını ve İdealar Dünyası olarak bilinen İdealar Kuramı’nı ortaya atmıştır.

İdealar Dünyası’nın Varlıkları Nelerdir?

Nasıl ki ahlak dünyasında cesur insanların ve cesur eylemlerin üzerinde ve onlardan farklı olarak her zaman kendisiyle aynı kalan, değişmeyen bir cesaret ideası varsa, duyusal dünyadaki duyusal üçgenlerin, dörtgenlerin dışında ve onlardan ayrı olarak yine kendi kendisiyle aynı kalan, bozulmayan, değişmeyen, nesnel üçgen­, dörtgen ideası vardır.

O halde başka nelerin ideası vardır?

-Ahlaki değerlerin; (cesaret, ölçülülük, adalet vs.)

-Estetik değerlerin; (güzellik, zarafet, )

-Varlığın genel durum ve cisimleri (hız, hareket, durağanlık)

-İnsan eliyle yapılan cisimlerin (masa, kalem vs.).

-Genel bir adı olan veya çokluğu temsil eden her şey (insan, hayvan, renk).

Çünkü İdealar Kuramı’nın mantığına göre, birden fazla varlıkta ortak olan her özelliğin ideası olması gerekir.

Platon İdealar Dünyası Fikrini Nereden Esinlendi?

Platon, İdealar kuramını ortaya atmasında matematiksel nesnelerden esinlenmiştir. Çünkü matematiksel varlıklar hep aynı kalan, değişmeyen, kusursuz ve mükemmel bir yapıya sahiptir.

Bununla birlikte iyilik, adalet veya dindarlık gibi ahlaki değerler veya insan, at, ağaç gibi fiziksel, doğal türlerle üçgen, dörtgen, iki gibi matematik şekiller ve sayılar arasında önemli bir farklılık vardır. Matematikçinin sözünü ettiği şekiller veya sayılar, birden fazladırlar, çokturlar.

Örneğin her ağaç birbirinden farklıdır. Her insan birbirinden farklıdır. Dolayısıyla bunların matematik dünyasındaki sayılar gibi aynı ve eş oldukları bir dünyası yoktur. Duyusal dünyada ve idealar dünyasında yeri vardır. Ancak matematik nesneleri, özü itibariyle birbirinin aynısı olması bakımından birden fazladırlar.

Tahtaya çizilen bir daire, matematikçinin kafasındaki kusursuz daire ve daire ideası birbirinden farklıdır.

Aynı şekilde fenomenal dünyadaki 9 sayısı, matematikteki 9 nesnesi ve 9 ideası birbirinden farklıdır. Duyusal dünyadaki 9 birim, hiçbir zaman birbirine eşit değildir. Mesela 9 ağacın hepsi birbirinden farklıdır. Matematik nesnesi olan 9 ise, 9 tane 1’den oluşur ve 1’lerin hepsi de birbirinin tıpatıp aynısıdır. Ancak idealar dünyasındaki 9 ideası, hiçbir şeyin toplamı olamaz. Kendisiyle özdeştir.

İdealar Dünyası Nasıl Bir Varlık Alanıdır?

Platon, İdealar dünyası kuramını ortaya atarak aslında iki tür bir varlık alanının olduğunu söylemekteydi. Birinci varlık alanı, duyum ve deneye konu olan, fenomenal dünya dediğimiz algılanabilen dünyadır. Bu dünyaya oluş ve bozuluş hakim olup, sürekli bir değişim yaşanmaktadır.

Örneğin bir canlı doğar, yaşar ve öldükten sonra bedeni çürüyerek yok olmaktadır. Canlının doğması ve çürüyüp yok olması, var oluşa gelmesi ve varlıktan kesilmesi anlamına gelmektedir. Peki ama bir varlık, nasıl olur da ortaya çıkıp sonradan yok olabilir?

İşte bu soruya cevap olarak Platon, fenomenal dünyanın yani duyu dünyasının varlıklarının gerçek bir varoluşa sahip olmadığını söylemekteydi. Asıl var olan, İdealar dünyası idi.

İdealar dünyasına ait nesneler(tümeller), ezelden beridir vardı ve ebediyen varlığını sürdürecektir. Duyu dünyası ise, idealar dünyasındaki varlıkların bir gölgesi, yansımasından ibaretti o kadar. Örneğin idealar dünyasına ait olan “insan” ideasını düşünelim.

İnsan ideası, idea olması bakımından tümel bir var oluşa sahiptir. Bir diğer ifadeyle ne ayağı, ne kolu ne de herhangi bir uzvu vardır. Biz insan ideasını, idea olması açısından kavrarız. Duyu dünyasındaki tikel insanlar ise, insan ideasının bir yansımasıdır.

Burada şunu ifade etmekte yarar var ki idealar dünyasındaki insan ideası, sadece tek, özgün bir varoluşa sahiptir. Duyu dünyasında ise bir sürü insan vardır. Yeryüzünde yaşamış, yaşamakta olan ve yaşayacak olan ne kadar insan varsa hepsi de idea dünyasındaki tek bir insan ideasından pay almaktadır.

Aynı şeyi diğer tüm kavramlar açısından ele alabiliriz. Adalet, iyilik, üçgen, masa ve aklımıza gelebilecek her türden nesnenin, Platon’a göre idealar dünyasında bir karşılığı, bir ideası bulunmaktadır.

Platon ve Sofistler
Sofistler’e ait temsili bir görsel.

İdealar Dünyasına İlişkin Bilgimiz

Platon, İdealar dünyası ve duyu(fenomenal) dünyasına ilişkin bilgimizin farklı türden bilgiler olduğunu savunmaktaydı. Ona göre İdealar dünyasındaki nesneleri, tümelleri sadece akıl ile kavramaktaydık. Aklın nesnesi olan tümellere ilişkin bu bilgimiz, episteme olarak adlandırılmıştı.

Öte yandan biz canlılar, duyu dünyasında yaşıyorduk. Her ne kadar sahte bir varoluşa sahip olsa da bu dünyaya ilişkin de birtakım sanılara, inançlara sahiptik. İşte Platon, duyu dünyasındaki nesnelerin, olayların bilgisine ise doksa adını vermekteydi.

Fenomenal dış dünya, gerçekten var değildir. İdeaların bir kopyası, taklidi ya da gölgesidir. Buna rağmen mutlak yok değildirler. Belli bir istikrar ve düzene sahiptirler. Bu düzen ise idealardan aldıkları pay nedeniyledir.

Varlık, sürekli var oluşa tabiyse, ezeli ve ebedi ise o ancak akıl tarafından bilinir. Eğer yok oluş ve bozuluşa tabi ise duyular aracılığıyla algılanır. Var olup yok olan fenomen dünyası, başka bir varlık türünün sonucudur. İdeaların varlığı nedeniyle var olurlar.

İdealar Kuramına Yapılan Bazı İtirazlar

Buraya kadar Platon, varlık alanına ilişkin bir felsefe geliştirerek hem dünyanın nasıl bir yer olduğunu ortaya koymuş; hem de Sofistler’in yarattığı yıkımı İdealar dünyasını ortaya atarak kendince gidermeye çalışmış ve etkili de olmuştur.

Ancak her felsefi görüşün kaderinde olduğu gibi Platon’un İdealar Kuramı da bir dizi eleştiriye tabi tutulmuştur. Bunların en başında gelenlerinden birisi de duyusal dünyadaki nesnelerin İdealar dünyasındaki tümellerden nasıl pay aldığıyla ilgili olmuştur.

Duyusal Nesnenin İdea Nesnesinden Pay Alması

Burada uzun uzadıya bu itirazları ele almak, yazıyı oldukça uzatacağından kısa bir şekilde değinmenin daha iyi olacağını düşündük. Örneğin “küçük” ideasını ele alalım. İdealar dünyasına ait olan “küçük” ideası ya da tümel kavramı, duyusal dünyadaki küçük olan şeylerin kendisinden pay aldığı bir ideadır.

Ancak duyusal bir nesne nasıl olur da bir idea nesnesinden pay alabilir? Eğer duyusal bir cisim, bir ideadan pay alıyorsa ondan bütün olarak mı yoksa parça olarak mı pay alıyor? Bütün olarak alıyorsa, idea kendisinde bulunamaz. Parça olarak alıyorsa ideanın parçalandığı anlamına gelir. İdealar basit, bütün değil midir?

Küçük bir cisim, küçük ideasının parçasından pay alıyorsa, demek ki küçük ideasının daha küçük bir parçasından pay aldığı için küçük olacaktır. Bu durumda o cismin küçük olmasını sağlayan “küçük ideası”, artık “büyük ideası” haline gelecektir.

Üçüncü Adam İtirazı

Pay alma hususundan devam edecek olursak, duyusal bir cisim idea nesnesinden pay almakla birlikte ideası olanla özdeş olamaz. Sözgelimi, bir taş, “taş” ideasından pay alır evet ancak taş ideasıyla aynı şey değildir. O halde taş cismi ile taş ideası arasında ortak bir özellik vardır.

Bu ortak özellik ise ne taş, ne de taş ideasıyla özdeştir. Demek ki daha başka bir şeydir. Bu durumda bu daha başka şeyin de bir ideası olmalıdır. Ancak bu başka şey ile ideası arasında da bir ortak özellik vardır ve bu ortak özelliğin de bir ideası olmalıdır. İşte bu düşünce silsilesini sonsuza kadar devam ettirdiğimizde, işin içinden çıkılmaz bir hal almaktayız.

Aynı akıl yürütme, duyusal nesne ile ideası arasındaki farklılık açısından da düşünülebilir. Taş nesnesi ile taş ideası arasında ortak olmayan birtakım özellikler vardır. Bu özelliklerin ait olduğu başka bir nesne vardır.

Bu nesnenin de idealar dünyasında bir ideası olması gerekir. Aynı şekilde bu nesne ile idea arasında da ortak olmayan özelliklerin ait olduğu başka bir nesne olmalı ve onun da bir ideası bulunmalıdır.

Görüldüğü gibi İdealar Kuramı bu ve buna benzer ciddi eleştiriler almaktaydı. İlginç olan nokta ise bu eleştirilerin bir kısmını yapan kişinin Platon olmasıydı. Platon, kendi hazırladığı kurama hayatının ileriki evrelerinde kendisi eleştiri getirmişti. Tabi eleştiri getirmekle kalmamış, sonradan İdealar Kuramına yeni bir şekil vererek düzeltme çabasına girmiştir.

Duyusal Nesneler İdealardan Pay Almaz, Onu Taklit Eder

Platon’un duyusal nesnelerin idealarla ilişkisini onların İdealardan pay alma, ilişkisi olarak tasarlamasından doğan güçlükler bunlardır. Bunu gören Platon, bu ilişkinin pay alma değil de duyusalların İdeaları taklit etmesi, onlara benzemesi ilişkisi olarak değiştirmek ister.

Buna göre ideaların kendileri ilk örneklerdir. Duyusal şeylerin varlığa gelmelerinin onlardan pay almaları sonucu olduğu sözünden kastettiği, aynı adı taşıyan diğer şeylerin idealarına benzer oldukları, onlara benzedikleridir. Başka ve daha açık bir ifadeyle duyusal şeyler, ideaların kopyalarıdır.

Görüldüğü gibi, İdeaların birliklerini korumak için ortaya atılmış bir çözümdür. Çünkü orijinalin birliğine bir zarar vermeksizin bir resmin sayısız kopyası olabilir. Ne var ki, Parmenides diyaloğunda buna da karşı çıkılır. Çünkü diyalogdaki şahıs Parmenides’e göre benzerlik karşılıklı bir ilişkidir.

Böylece kopyanın orijinale benzediği ölçüde orijinal de kopyaya benzer. O zaman ortaya gene bu ikisinin benzediğini veren üçüncü bir idea ihtiyacı ve böylece yukarda sözünü ettiğimiz sonsuza gidiş olayı çıkar.

Matematiksel Nesneler (Sayılar) Olarak İdealar

M.Ö 6.yüzyılda ünlü matematikçi ve filozof Pisagor, evrendeki her şeyin temeli ve kendisinden çıkılan şey anlamında kullanılan “arkhe”nin, sayılar olduğunu söylemişti. Bu öğretiye göre evrendeki her şey, sayılardan “pay almaktaydı”.

Onlar bununla her şeyin temelinde aritmetik bir yapının bulunduğunu kastediyorlardı. Çünkü onlar bir telin uzunluk ve kısalığı ile sesin tizlik ve pesliği arasında belli bir ilişkinin, aritmetik bir ilişkinin olduğunu keşfetmişlerdi

Aynı şekilde geometrik şekiller arasında da var olan bu tür birçok oranın varlığını fark etmiş, bu olgulardan ve keşiflerden hareketle, sayıların her şeyin temelinde olduğu veya her şeyin sayılardan ibaret olduğu görüşünü ortaya atmışlardı.

Yani bütün var olan nesnelerin temelinde, sayı ya da “ratio” anlamında bir tür oran bulunmaktaydı. Gençliğinde Pisagorcu öğretiyi öğrendiğini bildiğimiz Platon da bu görüşten etkilenmiş olacak ki idealar kuramına son şeklini verirken Pisagor’un sayı öğretisinden esinlenmişti.

Buna göre Platon, ideaları sayılara benzeterek duyusal nesnelerin sayılardan “pay aldığını” ifade ediyordu. Böylelikle Platon, hayatının son döneminde İdealar Kuramı’na son şeklini vererek, günümüze kadar bilindiği şekliyle İdealar Kuramı’nı tamamına erdirmiştir.

Kaynakça:

Leave a Reply