Platon’un Bilgi Anlayışı – Bilgi Felsefesi

Platon’un bilgi anlayışı, bilginin ne olduğu sorusuna ilişkin bir cevap arama çabasından başka bir şey değildir. Platon, “Devlet” ve “Menon” gibi eserlerinde bilginin varlığı, elde edilip edilemeyeceği ve bilginin kaynağı gibi soruları ele alıp, kapsamlı bir şekilde inceleyen filozofların başında gelmektedir.

O, anemnesis yani hatırlama öğretisiyle bilginin varlığını ve imkanını tesis ederek bir bilgi felsefesi geliştirmiştir. Platon, ruh kuramı ve psikoloji öğretisinde de gösterdiği gibi insanların bir benliğe, ruha sahip olduğunu söyleyecektir.

Buna göre ruh, bu dünyada bedene hapsolmadan önce İdealar Dünyası’na ait ve orada yaşamaktaydı. Orada varlık, iyi, adalet, erdem gibi idealara bizzat şahit olan, onların bilgisine sahip olan ruh, bu dünyaya geldiği zaman edindiği bilgilerin tamamını unutmuştu.

Ortaya koyduğu anemnesis öğretisine göre ruh, anımsama yoluyla bu hayattan önceki sahip olduğu bilgilere erişme, onları hatırlama yeteneğine sahipti.

Platon, insan bir şeyi bildiği zaman aslında yeni bir bilgi öğrenmediğini, var olan bilgiyi hatırlama yoluyla tekrar kazandığını söylemekteydi. İşte Platon’un bilgi anlayışının genel olarak bir anımsama, hatırlamadan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

Platon’un bilgi anlayışını detaylı olarak incelemeden evvel, bilginin varlığını, mümkün olup olmadığını inceleyen epistemolojinin kısa bir tanımına bakmakta fayda var.

Epistemoloji ( Bilgi Felsefesi) Nedir?

Genel olarak epistemoloji (bilgi felsefesi), herhangi bir bilginin olup olmayacağı sorusunu cevaplayan felsefe disiplini olarak görülebilir.

Epistemoloji kelimesi ise Yunanca “episteme” ve “logos” kelimelerinin birleşiminden oluşmaktadır. Episteme bilgi, anlayış ya da tanışıklık olarak çevrilebilirken logos ise söz, argüman ya da akıl kelimeleriyle karşılanmaktadır. Nasıl ki farklı çeviriler bu Yunanca sözcüklerin farklı anlamlarına işaret ediyorsa epistemolojiye ilişkin her tanım da farklı bir anlamı gösterir.

Epistemoloji, sistematik bir felsefe disiplini olarak birkaç yüzyıllık bir geçmişe sahip olsa da epistemolojinin alanına giren soru ve konular, felsefenin kendisi kadar eskidir.

Uzun tarihinin farklı dönemlerinde, epistemolojinin çeşitli soruları gündeme gelmiştir. Örneğin Platon’un bilgi anlayışı,(epistemolojisi) bilinecek herhangi bir şeyin olup olmadığını anlama çabasından başka bir şey değildi.

Epistemolojiyle uğraşan diğer bazı filozoflara baktığımızda John Locke’ın epistemolojisi ise insanın anlama yetisinin kapsamını belirleme girişimiyken, Alman filozof Immanuel Kant’ınkisi insan anlayışının olanağına ilişkin şartları belirlemekti.

20.yüzyılın ünlü filozofu Russel ise epistemolojinin konusunu, modern bilimin duyu deneyimine başvurarak nasıl gerekçelendirilebileceği şeklinde belirlemiştir diyebiliriz.

Platon’un Bilgi Anlayışı Nedir?

Platon, öncelikle bilginin mümkün olduğunu yani bilginin var olduğunu söylemekteydi. Bilgiyi mümkün kılan şartları ise arayarak onun imkanını tesis etmeye çalışarak işe başlamıştı. Bu şartlar genel olarak incelendiğinde ise bir tarafta insanın (ruhun) rasyonel, akli yetileriyle diğer yandan da bilginin nesnesiyle alakalı olduğu görülmektedir.

Nesnelerden ziyade İdealar, bilginin gerçek nesnesiydi. Ancak maddi dünyada herhangi bir nesnenin bilgiye uygun olup olmadığı sorusu ise tartışmalıydı. Çünkü Platon’a göre fiziksel dünya bir imge, kusursuz ve mükemmel idealar dünyasının bir yansımasından ibaretti.

Phaidon kitabındaki birçok pasaj ve özellikle Devlet kitabındaki Güneş, Çizgi ve Mağara benzetmeleri Platon’un fiziksel, duyusal dünyaya ilişkin bilgi hakkında şüpheci olduğunu bizlere göstermektedir.

Platon'un Bilgi Anlayışı
Platon’un Menon diyaloğu, bilgi anlayışına ilişkin bize oldukça önemli bilgiler vermektedir.

Menon diyaloğunda ise ilk defa tekrar anımsama, hatırlama öğretisinden bahsedildiğini görebiliriz. Meno karakteri tarafından ortaya konan paradoksa Sokrates (Platon, diyalogda Sokrates’i konuşturmaktadır), bir çözüm olarak anımsama öğretisini bizlere vermektedir. Paradoks ise şundan oluşur:

Birisi F önermesini ya biliyordur ya da bilmiyordur.

Eğer birisi F önermesini biliyorsa, o halde F’yi araştıramaz. Çünkü bildiği bir şeyi araştırmasına gerek yoktur.

Eğer F bilinmiyorsa, o halde F’yi araştıramaz. Çünkü bilmediği bir şeyi araştıramaz.

O halde F’nin ne olduğunu araştırmak mümkün değildir.

Platon, bir şeyin bilinebileceği ve F hakkında bir inanca sahip olmak arasında, F’ye ilişkin bir araştırmayı mümkün kılan farklı yolların olduğunu söyleyerek paradoksa çözüm getirmekteydi.

Bir diğer ifadeyle, bir şey hakkında yalnızca bir inanca sahip olmak ile o şeyi bilmek arasında bir ayrım yapıyordu. Örnek vermek gerekirse, A şehrinden B şehrine gidilen bir yolu ele alalım. Farz edelim ki iki kişi olsun ve bunlardan birisi, A şehrinden B şehrine giden yolu bildiğini düşünsün ancak daha önce hiç bu yolculuğu gerçekleştirmesin.

Diğer kişi ise öncesinde A’dan B’ye giden yolu kat etmiş olsun ve buna ilişkin bir bilgiye deneyimleyerek ulaşsın. Geldiğimiz noktada iki kişinin de A’dan B’ye giden yolu bildiğini söyleyebiliriz.

Ancak birinci kişi, daha önce bu yolu hiç kat etmediği için A ile B arasındaki yola ilişkin sadece bir doğru inanca sahip olacaktır. İkinci kişi ise A’dan B’ye ilişkin gerçek bir bilgiye sahiptir.

Bu durumda ikinci kişi diğerinden daha fazla bir şeye, deneyime dayalı olarak bir gerekçeye sahip olacaktır. Birinci kişi ise A’dan B’ye nasıl gidileceğine dair yalnızca doğru bir inanca sahiptir.

İşte bu örneğe bakarak Menon diyaloğunda ilk defa bilgiye ilişkin gerekçelendirilmiş doğru inanç tanımının verildiğini görmekteyiz. Yani bilgi, gerekçelendirilmiş doğru bir inançtır(aitias logismos).

Diyaloğun sonuna doğru ise Sokrates, bilgi ile doğru inanç arasındaki farka ilişkin şu öneriyi yapmaktadır:

Doğru sanılar(inançlar) ayrıca iyi bir şeydir ve kişiyle beraber kaldıkları sürece iyi bir etkiye sahiptir. Ancak uzun bir süre kalmayacak ve kişinin ruhundan kaçacaktır. Böylelikle birisi, akıl yoluyla onları kendisine bağlamadığı sürece bir değeri de yoktur. Meno, arkadaşım, bu bağlama işlemi ise anımsamadır. Bir kez anımsandığı zaman kalıcı bilgi nesnesi olurlar.

Burada Sokrates (Platon), bilginin sırf doğru inançtan farklılık gösterdiğini söylüyor. Çünkü doğru inanç yok olmaya mahkumken bilgi kalıcıdır. Böylelikle şunu diyebiliriz ki doğru inanç sadece bir sanı, inançtan ibarettir.

Bilgi, Algı veya Duyum Olamaz

Bu noktadan sonra şunu sorabiliriz: Bilgiyi bilgi yapan nedir? Örneğin gündelik hayatta biz bir sürü şey bildiğimizi varsayarız. Dünya’nın şeklinin yuvarlak olduğu, en hızlı kara hayvanının çıta olduğu, gerçek aşkın ne olduğu gibi önermelerin hepsini bildiğimizi düşünürüz.

Duyu dünyasında insan, birtakım duyumlara ve bundan elde ettiği inançlara, sanılara sahiptir. Bu inanç ve sanıları ise biz birer bilgi olarak kabul etmekteyiz.

Ancak duyu dünyası, oluş ve bozuluşa tabi olduğundan her şey gelip geçici, yok olmaya mahkum bir yapıdadır. Bu nedenle Platon’a göre duyum, bilgi olamaz. Çünkü bilgi, değişmesi mümkün olmayan, her zaman her yerde geçerli olan bir doğru olması gerekir.

Eğer bilgi, duyu ya da algı olsaydı bilginin nesnelliğinden söz edemezdik. Protagoras’ın da söylediği gibi algı, insandan insana değişir. Eğer bilgi algı ise bilgi de insandan insana farklılık gösterecektir. Bu durumda ise mutlak ve nesnel, genel geçer bilginin imkanı yok olmaktadır.

Platon'un Bilgi Anlayışı
Duyumun bir bilgi olamayacağına ilişkin görsel bir örnek. Görsele baktığınızda ne görüyorsunuz? Bir zürafa mı? Yoksa zürafa şekline benzeyen bir ağaç mı?

Bilgi Algıysa, Rüyayla Gerçek Hayat Arasında Bir Fark Yoktur

Eğer algılama ya da duyum yoluyla bilgiyi elde ediyorsak, rüya ile gerçek hayat arasında veya bir delinin duyumları ile normal, sağlıklı dediğimiz bir insanın duyumları arasında nasıl bir ayrıma gidebiliriz? Yine bu durumda duyu yanılmaları dediğimiz şeyi nasıl açıklayabiliriz?

Fikirlerimizin Kaynağı Duyum Değildir

Bir tahta parçası başka bir tahta parçasına, bir taş başka bir taşa benzer veya eşit görünür. Peki biz benzer veya eşit şeyleri gördüğümüz için mi eşitlik hakkında bir fikre ya da kavrama sahibiz? Yoksa eşitlik hakkında bir fikre, kavrama sahip olduğumuz için mi eşit şeyleri gördüğümüz zaman onların eşit şeyler olduklarını söyleriz?

Platon, eşitliğe ilişkin bir kavrama daha öncesinden sahip olduğumuzu söylemektedir. Bu da demek oluyor ki eşitliğe ilişkin kavramımız, bilgimiz değişmezdir. Çünkü bilgi, tanım itibariyle değişmez olmalıdır.

Bu nedenle eğer eşitlik bilgisi değişmez ise onu bilebilmemizin tek yolu, onu mevcut, doğru, sonsuz, değişmez bir idea olarak daha önceki hayatımızda deneyimlememizden geçer. Peki idea dediğimiz şey tam olarak nedir?

İdealar Kuramı Çerçevesinde Platon’un Bilgi Görüşü

Platon, ortaya koyduğu İdealar Kuramı ile ontoloji, epistemoloji gibi felsefe alanlarında yeri doldurulması çok zor olan büyük bir sistem geliştirmişti. Ayrıca Platon’un bilgi anlayışı ya da bilgi nedir sorularına vereceğimiz cevap da bir bakıma idealar öğretisinde saklıdır.

Bu kurama göre bilgi, bilgiyi elde etme sürecinde hakkında doğru önermeler kurduğumuz gerçek nesnelere dayanmaktadır. İdealardan başkası olmayan bu nesneler, tümel bir yapıya sahiptiler.

Platon’a göre idealar, bir nesnenin “ne”liği yani özüyle alakalıydı. Bir diğer ifadeyle “bu özünde nedir?” sorusunun karşılığıydı. Duyularımızla algıladığımız nesnelerin ise bu ideaların sadece birer yansıması, gölgesi olduğunu söylüyordu.

Böylelikle içinde yaşadığımız duyusal dünya kusurlu ve bir anlamda gerçek olmayan bir yapıydı. Bu yapısıyla da gerçeği görmekten ve hakiki ideaları anlamaktan bizi alıkoymaktaydı.

İdeaları değişmeyen, nesnel ve gerçek varoluşa sahip tümeller olarak görebiliriz. İdealar gerçekliğin temel yapı taşı olup duyusal dünyadaki nesneler, ideaların sadece birer temsillerinden ibarettir. Bu konsept, en iyi olarak Platon’un ünlü mağara alegorisinde anlaşılabilir.

Platon’un Mağara Alegorisi

Önceki yazımızda ele aldığımız Mağara alegorisi ya da mağara benzetmesi olarak da bilinen bu alegori, felsefe tarihinin şüphesiz en ünlü ve en çok başvurulan örneklerinden birisidir. Alegorinin anlatmak istediği şey, insanların çok büyük bir kısmının gerçek olduğuna inandığı dünyasının aslında hakikat olmadığını göstermektir.

Öte yandan bilgi olarak kabul ettiğimiz şeylerin gerçek bilgi olmadığını, sadece birer sanıdan ya da inançtan ibaret olduğunu ortaya koyma çabasıdır.

Alegori şu şekildedir: Bizden, bir mağara içinde elleri ve ayaklarından zincirli halde bağlı bulunan ve yüzleri mağara duvarına dönük birtakım insanları hayal etmemizi ister.

Arkalarında duvar, duvarın arkasında ise yanan bir ateş bulunmaktadır. Duvarın arkasında ayrıca birtakım kuklalar vardır ve bunlar sürekli hareket halindedir.

Yüzü duvara dönük insanların tek görebildiği şey ise ateşin aydınlatmasıyla duvarda gölgeleri oluşan nesnelerin karanlık gölgelerinden ibarettir.

Mağara alegorisinin bize anlatmak istediği şey ise şudur: Zincirlere bağlı ve yüzü duvara dönük insanlar açısından mağara duvarında gördükleri gölgeler, onların tek gerçekliğidir. Bu gölgelerden başka bir gerçekliğin olup olmadığı sorusu akıllarına bile gelmez. Bu nedenle gördüğü, duyumsadığı gölgelerin kendisi, onların hakikatidir.

Platon bu noktaya kadar olan kısımdan sonra bir soru ortaya atar: Esirler, mağara duvarında gördükleri şeyler hakkında konuştukları zaman, aslında ne hakkında konuşmaktadır?

Örneğin oradan geçen bir insanın gölgesini görseler ve “bu bir insandır” deseler, “insan” kavramları neye işaret etmektedir? Duvardaki insan gölgesine mi yoksa gerçek insana mı? Platon, birinci duruma işaret ettiklerini söyleyecektir. Çünkü esirler gerçek insanı görememektedir.

Böylelikle, içinde yaşadığımız dünyada nesnelere atfettiğimiz isimler, onların gerçek var oluşuna değil, sadece gölgemsi yapılarına işaret etmektedir. Gerçek nesneleri kavrayabilmemizin tek yolu, zincirlerimizden kurtulup mağaranın dışında Güneş’in aydınlattığı gerçek nesneleri görmekten, bir diğer ifadeyle ideaları kavramaktan geçer.

İşte Platon, ortaya koyduğu mağara alegorisi ile varlığın gerçekliğe dayanan hiyerarşik bir kategoriye sahip olduğunu bizlere anlatmaya çalışmaktadır.

Yani gerçekten var olanlar ile fenomenal olarak, ancak bir görüntü olarak var olan şeylerin oluşturduğu iki türlü dünyanın olduğunu bize söyler. Bu iki taraflı dünya görüşünü ise, ünlü bölünmüş çizgi benzetmesi ile bizlere göstermektedir.

Bölünmüş Çizgi Benzetmesi:

Platon, bizden eşit olmayan iki parçaya bölünmüş bir çizgiyi veya doğruyu düşünmemizi ister. Bu iki parçadan daha kısa olanı görünen dünya, diğer daha uzun olanı ise idealar dünyasıdır. Görünen(fenomenal) dünya, adı üstünde duyuma, algıya konu olan dünya iken idealar dünyası kavranan ve düşünülen bir dünyadır.

Mağara Alegorisi kapsamında düşünecek olursak, duyusal dünya mağara içindeki karanlık dünyaya karşılık gelmektedir. İdealar dünyası ise mağaranın dışındaki gerçek nesnelerin yani ideaların dünyasıdır.

Sonra bu iki parçadan her birini yine aynı oranda, yani eşit olmayan iki parçaya bölmemizi ister. İkiye ayrılan fenomenal dünyanın daha kısa olan bölümü kopyaları veya yansımaları temsil eder. Diğer uzun olan parça doğal ve yapay varlıkları, algımıza konu olan somut varlıkları konu alır.

Mağara benzetmesine uyarladığımızda, kısa olan parça mağaranın duvarında görünen gölgelerdir. Daha uzun olan parçası ise, ateşin önünde hareket eden kuklalar ve yapay nesnelere karşılık gelmektedir. Bir diğer ifadeyle somut varlıklara denk düşer. Bu, duyusal(fenomenal) dünyanın bölünmüş halidir.

Kavranan ve düşünen idealar dünyası da uzun ve kısa çizgi olarak ikiye ayrılır. Kısa olan çizgi, matematiksel nesnelerin dünyasını oluşturmaktadır. Bu dünya, mağara alegorisinde mağaranın dışına çıkan kişinin, Güneş’in aydınlatmasıyla nesnelerin su üzerinde oluşan yansımalarını gördüğü yansı nesnelerine karşılık gelir.

Uzun çizgi ise idealar dünyasının ta kendisini oluşturur. Yani mağaranın dışında Güneş’in ışığıyla görülebilen gerçek nesnelerdir bunlar.

Matematiksel nesneler olan sayılar, idealar dünyasındaki sayılardan pay almış, onların gölgesidir. Aynı şey geometrik cisimler için de geçerlidir. Matematiksel bilimlerdeki üçgen ya da kare şekilleri, idealar değildir. Sadece akıl ile kavranan şekillerdir.

Toparlayacak olursak Platon, idealar dünyası ve fenomenler dünyasını ikiye ayırmaktadır. Fenomenler dünyasının uzun çizgisi hayvan, insan, taş, su, dağ gibi somut cisimlerden oluşur. Kısa çizgisi ise rüyalar, hayaller, gölgeler, optik kırılmalardan, sanattan oluşur. İdealar dünyasının uzun çizgisini idealar oluştururken kısa çizgisini matematik nesneleri oluşturmaktadır.

Platon'un Bilgi Anlayışı
Platon’un Bölünmüş Çizgi Analojisi: Solda fiziksel dünya (duyusal dünya), sağ tarafta ise İdealar Dünyası ikiye bölünmüştür.

Platon’un Bilgi Anlayışı Çerçevesinde Varlık Alanına İlişkin Bilgimiz

Varlık alanı ikiye ayrıldığı gibi bu alanlara ilişkin bilgi alanı da ikiye ayrılır: Episteme ve doksa. Episteme, gerçekten var olanın bilgisidir. Akıl yoluyla kavranan nesnelerin bilgisidir.

Doksa ise duyu yoluyla algılanan nesnelerin yani duyu dünyasının (fenomenal/görünen dünyanın) bilgisidir. Sadece gerçekten var olan nesne bilinebildiği için tek hakiki bilgi epistemedir.

Fenomenler dünyasının nesneleri, kendinde çelişik özellikleri barındırdığı için gerçekten var olamazlar. Var olmayanın bilgisi olamayacağı için böylelikle onlara ilişkin yalnızca inanç ya da kanılara sahibizdir.

Şimdi bu bilgi türlerini daha detaylı olarak inceleyelim:

1- Eikasia (Tahmin):

Eikasia ya da tahmin, duyusal dünyanın gölgelerine ilişkin bilgilerdir. Bir diğer ifadeyle sanat, gölge, hayal, rüyalara ilişkin bilgilerdir.

Bu tür bir bilginin bilgi olmadığı açıktır. Çünkü açıkça görüldüğü üzere bu tür bir bilginin bir konusu yoktur veya konusunun bir gerçekliği yoktur. Onun konusu sadece bir hayaldir.

Bununla birlikte belki bir gölgenin, gölgesi olduğu bir cisim veya suda yansıyan bir hayalin, hayali olduğu öznesi hakkında bize çok kaba bir bilgi vermesi anlamında onun en aşağı dereceden bir bilgi verdiği de söylenebilir.

2-   Pistis (Sanı veya Kanaat):

Duyusal dünyanın nesnelerine ilişkin bilgilerdir. Bunlar hayvan, insan, taş, dağ, su gibi nesneler olabileceği gibi aynı zamanda insan eliyle yapılmış yapay nesnelere ilişkin bilgilerdir.

Bu bilgi türü, eikasiaya göre daha üst bir bilgidir. Ancak görünüşler dünyası sürekli değişim içinde olduğu için kanaatin kendisi de sürekli değişmek zorundadır. Bu kanaate sahip olan insanlar sürekli inancını değiştirmek zorundadır. Bilgi, kesin ve değişmez olmalıdır.

Zihinsel düzeyi pistis olan birinin ikinci dereceden gerçeklikte yaşaması ve ideaların, tümellerin varoluşundan büsbütün habersiz olup, duyusal şeylerle ve bunlara ilişkin inançlarla yetinmesidir.

Böyle biri “Atları görüyorum, ama atın kendisini, ideal atı göremiyorum.” diyen ve atla ilgili düşünceleri bireysel atlarla ilgili gözlem ve düşüncelerinden oluşan bir kimsedir.

Platon’un duyumun, konusu olan şey hakkında bize kesin bir bilgi verdiğinden hiçbir zaman şüphe etmediğini unutmayalım. Asıl problem duyumun, konusu olan şey hakkında bize doğru veya kesin bir bilgi verip vermemesi değildir.

Hatta Platon, rüya gören bir adamın bile duyumlarının kesinliğinden şüphe etmemektedir.

Ancak duyumun konusu sürekli değişen bir şey olduğu için bu bilgi, bilimin sahip olması gereken en önemli standardı, yani tümellik ve değişmezlik, evrensellik ve zaman dışılık standardını karşılamamaktadır. Bu yüzden gerçek bilgi statüsünde değerlendirilmez.

3- Dianoia (Çıkarsamaya Dayalı Bilgi):

Üçüncü tür bilgi, yani çıkarsamacı bilgi (dianoia) ile asıl bilgi, akılsal bilgi alanına giriyoruz.

Çıkarsamaya dayalı bilgi üçgen, kare, bir, dört, sayılar, doğrular, düzlemlere yani kısaca matematiksel nesnelere ilişkin bilgi türüdür. Diskürsif (çıkarsamacı) bir bilgi türü olan dianoia, tümdengelimsel yöntem ile elde edilir.

Birazdan göreceğimiz noesis yani idealara ilişkin bilgi türü olan sezgisel bilgiye göre aşağı bir bilgi türüdür. Çünkü noesiste idea nesneleri tek, özdeş iken burada birden fazla çokluk vardır.

Öte yandan matematik, aritmetik, harmoni gibi bilimler temel varsayımlara ve kabullere dayandığı için yine noesisden daha alt bir bilgi türüdür.

Bu bilginin de Platon’un idealindeki bilgiyi tam olarak karşılamadığını anlıyoruz. Platon bu tür bilginin de duyusal unsurlara dayandığını söylemektedir.

Bunun nedenini şöyle açıklayabiliriz: Bir geometrici, akla dayalı çıkarımsal bilginin konusu olan matematiksel nesnelerle ilgilenir. Ancak bu nesneleri örneğin tahtaya çizerek anlayabilmektedir. Burada görme duyusunun, yani duyumun işin içine karıştığını görmekteyiz.

Kendisinin sözleriyle söylersek evet, geometrici tahtaya çizdiği üçgen veya daireden hareketle konuşmaktadır. Ama bizzat onlar üzerinde konuşmamaktadır.

Daha ziyade tahtada çizilen temsilleri aracılığıyla ideal üçgenden, kareden vs. bahsetmektedir. Tahtaya çizdiği üçgen veya daire şekli, bu ideal üçgen ve dairenin bir kopyası olmaktan çok bir temsili, illüstrasyonudur.

Öte yandan Platon’un bu bilgi tarzına ve onun örneği olarak sunduğu matematikçinin yöntemine en önemli itirazı bu yöntemin koşullu ve varsayıma dayalı olmasıdır:

“Geri kalanlara, yani geometri ve benzerlerine gelince belli bir ölçüde gerçeği kavramakla birlikte onlar bu gerçeği sadece düşlemektedirler. Kullandıkları varsayımları sorgulamadan bırakmaları ve onlar hakkında kanıt veremedikleri sürece düşlerinden hiçbir zaman uyanıp gerçeğe olduğu gibi bakamamaktadırlar. Çünkü hareket noktamız bilmediğimiz bir şey olduğunda ve sonuçlarımız ve ara adımlarımız da bilmediğimiz şeylerden meydana geldiğinde sonuçta ne şekilde ortaya çıkarsa çıksın tutarlılık, bilgi olabilir mi?”

– Platon

4 – Noesis (Sezgiye Dayalı Bilgi / Diyalektik)

Dördüncü bilgi türü, şu halde duyusal dünyayla artık hiçbir ilişkisi kalmamış olup, sadece ideaları konu alan noesis yani sezgisel bilgidir. Bu bilgi, idealarla doğrudan bir tanışıklığa dayanan rasyonel bir kavrayış, genel kavramların akla dayanan saf bilgisidir.

Bununla birlikte bazı insanlar, Platon’a yönelik pek çok itirazın birinde “Tek tek atları görebiliyorum da, senin sözünü ettiğin şu at ideasını bir türlü göremiyorum.” diyen Kinik filozof Antisthenes örneğinde olduğu gibi, bilgisel olarak sadece duyu deneyimiyle yetinebilir.

Antisthenes’e “Göremezsin tabii, çünkü sende akıl yok” cevabını veren Platon’a göre, ideaların ya da tümellerin bilgisine erişmek suretiyle gerçekleşen sözünü ettiğimiz bilme türüne ancak akıl yoluyla ulaşılabilir.

Tümel kavramlar ya da idealar, tikel nesnelerin türlerini ya da niteliklerini açıklamak için kullanılır. Örneğin sarı cisimleri düşünelim: Sarı güneş, sarı papatya, sarı yorgan gibi.

Eğer tümel kavramlar yoksa ve tikel cisimler birbirinden farklı ise, nasıl olur da farklı olan tikel cisimler aynı sarı niteliğe sahip olabilirler? Bunun tek açıklaması, “sarı” tümel kavramının ya da bir sarı ideasının olmasıdır.

Platon’un bütün bu sözlerinden gerçek bilgi adını almaya layık olan tek şeyin apaçık ilkelere dayanan, herhangi bir duyusal öğe içermeyen veya dolaylı yoldan ulaşılmayan, hiçbir şekilde varsayıma dayalı veya koşullu bir nitelik taşımayan, nesnesini doğrudan ve saf bir kavrayışla kavrayan sezgisel bilgi yani noesis olduğu anlaşılmaktadır.

Platon böyle bir bilgi türünün var olduğuna inanmaktadır ve onu diyalektik diye adlandırmaktadır. O halde Platon’da felsefe, bilim veya diyalektik bir ve aynı anlamdadır. Diyalektik ya da noesis “duyulardan hiçbir yardım almaksızın sadece akla dayanır. Konusu saf akılsallar olan idealardır.

Kaynakça:

Leave a Reply