Aristoteles Kimdir? Aristo Hayatı, Felsefesi ve Varlık Anlayışı

Tarihte hiçbir filozof, Batı bilimine Aristoteles kadar derin ve uzun süreli bir etki bırakmamıştır desek herhalde yanlış söylemiş olmayız. M.Ö 4.yüzyılda öyle bir dünya görüşü geliştirmişti ki felsefesi sonraki 2000 yıl boyunca neredeyse hiç değiştirilmeden herkes tarafından kabul edilecekti. Hatta Harezmi gibi ilk dönem ve sonraki Müslüman alimler tarafından da büyük muallim olarak nitelendirilmişti.

Sadece yalıtılmış gerçekler olmayıp, doğa hakkında en temel sorular ve araştırılması için ihtiyaç duyulan yöntemler öne sürmüştü. Aristoteles fiziği maddenin, değişimin, nedenselliğin, zamanın ve uzayın temel bir anlayışı niteliğindeydi. Bu fenomenlerin hepsi de mantık ve deneyimle tutarlı olmalıydı.

Bu anlayışla birlikte gündelik hayattan astronomiye, doğal fenomenler ve teknoloji de dahil bütün fenomenleri açıklamasını mümkün kılan bir kozmoloji anlayışı geliştirmeyi başardı.

Aristoteles’in Hayatı

Aristoteles, Makedonya’nın Stagira kentinde dünyaya gelmiştir. Babası Nichomachus, Makedonya Kralı III.Amnytas’ın fizyoloğuydu. Aristoteles, kralın sarayında hayatını derinden etkileyen aşırı siyasi çalkantının ortasında buldu kendini. 17 yaşına bastığı zaman Platon’un ünlü Akademisi’ne girmek için Athena’ya taşındı. Bu şehir devleti önceki siyasi egemenliğini kaybetmişti fakat eğitim alanında o bölgede hala bir şöhrete sahipti.

Amnytas’ın oğlu Kral II.Philip, M.Ö 359 yılında Yunan şehir devletlerini fethetmeye başladığı zaman Yunan halkında Makedonya’ya karşı bir nefret duygusu oluşmaya başladı. Böyle bir sevilmeme duygusu ile birlikte Aristo’nun da hayatını zorlaştıran bir anti-Makedon düşüncesi yayılmaya başladı.

Hocası Platon, M.Ö 359 yılında öldüğünde ve Atenalılar Makedonya’ya savaş ilan ettiği zaman, Aristoteles günümüzde antik kent olarak bilinen Assos’a yerleşmiştir. Burada bir grup felsefeciye dersler vermiştir.

M.Ö 343 yıllarında, Makedonya kralı Philip, Aristotelesi’i oğlu İskender’e hoca olarak tutmak üzere sarayına getirtmiştir. Philip’in oğlu İskender ise tarihten bildiğimiz meşhur Büyük İskender’dir. Tahtın başına geçince yapacağı fetihler doğuda Hindistan’a, güneyde Mısır’a kadar ulaşacak ve tarihteki en büyük imparatorluğa yöneticilik yapacaktı.

Aristoteles, Büyük İskender’in hakimiyeti altındaki Atina’ya 49 yaşında tekrar dönüp “Lyceum” olarak bilinen yeni bir okul kurmuştur. Bugün kullandığımız Lise kelimesi de Aristoteles’in Lyceum olarak kurduğu ekolden gelir. Büyük İskender tahta çıktıktan 13 yıl sonra ölünce ve imparatorluğu dağılınca Aristoteles, Halkis Adası’na yerleşmek üzere Atina’yı terk etmiştir. Burada da kısa bir süre sonra hayata gözlerini yummuştur.

Atina Şehri. Görsel: Turna Blog

Aristoteles’in entelektüel çalışması tam anlamıyla ansiklopedik içeriğe sahiptir. Yazdığı konular mantık, epistemoloji, metafizik, retorik, fizik, kimya, biyoloji, fizyoloji, siyasi konular, etik ve edebiyat alanlarını kapsayacak kadar çeşitlilik gösterir. Bu disiplinlerin çoğunu, özellikle mantık ve biyolojiyi temel alanlar olarak gösterir Aristoteles.

Bariz bir şekilde matematiği görmezden gelse de Öklid‘in geometrisi üzerinde, mantığa aksiyomatik yaklaşımı sayesinde etkili olmuştur. Dahası Aristoteles’in olgulara genel yaklaşımı, sonraki 2000 yıl boyunca standart bilimsel yöntem olarak kabul edilmiştir.

Görüşlerini aforizmalarla(deyim) ve öykülemeyle sunan filozofların tersine Aristoteles sistematik bir yaklaşım geliştirmiştir. Her konu özelinde ilk yaptığı şey, kendinden önceki düşünürlerin bütün görüşlerini ve argümanlarını toplamak olurdu. Bu yaklaşım da çalışmalarını tarihsel araştırmalar için zengin kılan bir durum olmuştur. Sonra ise bütün ilgili kavramların anlamını açıklığa kavuşturur; çeşitli görüşleri ve çelişkileri analiz ederdi.

Temel bir konuyu çözmek adına Aristoteles farklı kaynaklara başvurur. Sorduğu sorular ise şöyledir: “Görüşler mevcut deneysel veriyle uyum içinde miydi? Argümanlar mantıklı mıydı? Görüşler sağduyuya uygun muydu? Nihayet, aynı yöntemle birlikte önceden elde edilen bilgiyle görüşler tutarlı mıydı?” Bu yöntemle birlikte bütün bir bilgi alanında kademeli olarak çalışarak neredeyse her disiplini kapsayan ve küçük düzeltmeler hariç yaklaşık iki bin yıl boyunca değiştirilmeden benimsenen istikrarlı bir felsefi sistem geliştirmiştir.

Aristoteles Fiziği

“Fizik” terimi Yunanca “physike episteme” kelimesinden gelir. Anlamı ise bilgi ve doğanın araştırılması olup, “physis” olarak da nitelenir. 19.yüzyılın başlarında bile “fizik”, bütün doğa bilimlerini kapsayan doğa felsefesi için genel bir ifadeydi. Ancak antik çağlarda, modern fizik alanları(elektrik, manyetizma, termodinamik vb.) bilinmiyordu ya da yanlış anlaşılmıştı.

Örneğin mekanik, marangozluk gibi bir zanaat olarak görülüyordu. Optik ise ya görsel duyuyla alakalı bir teoriydi ya da matematiksel geometrinin bir koluydu. Aristoteles ve takipçileri için ise matematik, fizikten net bir biçimde ayrıydı. Çünkü matematik doğayı saf olarak sayısal ifadelerle tanımlıyordu. Öte yandan fiziğin görevi doğayı açıklamaktı.

Aristoteles’in yaklaşımı, basit mantık yürütmesi nedeniyle bugün hala ilgi çekicidir. Ona göre doğayı açıklamak “neden” sorusuna cevap vermek anlamına geliyordu. Bilim insanları, eğer bütün sorulara tatmin edici bir şekilde cevap verilirse ancak o zaman üzerine düşeni yapmış sayılıyordu.

Bu anlayışa göre soruların her biri, ayrı bir sebebi yansıtan bir cevap gerektirir. Dört farklı sebebi kapsayan şu örneği düşünelim: “Bir bıçak, eti neden keser?” Cevabınız eğer, “bıçağın etten daha sert olan demirden yapıldığı için” şeklindeyse o zaman maddi sebebe gönderme yapmış oluyorsunuz. Bıçağın keskin bir ağzı olduğunu savunmak ise formel sebebini verir. Eğer durumu bıçağın eti kestiği şekliyle açıklarsanız, fail sebebini ileri sürmüş olursunuz. Son olarak bıçağın eti kestiğini çünkü bıçağın bu amaçla yapıldığını söylerseniz ereksel nedenini öne sürdüğünüz söylenebilir.

Neticede tatmin edici bir cevap vermek için, bütün bu dört nedene atıf yapmalısınız; her ne kadar arz ettikleri önem durumdan duruma farklılık gösterse de.

Tabi ki et kesen bıçak, antik düşünce açısından fiziğin bir örneği değildir. Çünkü bıçaklar doğal değil insan yapımı bir madde olarak görülür. Ancak Aristoteles, her iki madde çeşidi(doğal ve beşeri madde) için de dört farklı “neden” sorusunu sorduğumuza ikna olmuştu. Özellikle modern fizikçilerin aksine, bilim insanlarının tatmin edici bir cevap sağlamak için final sebebini unutmaması gerektiğini düşünüyordu.

Örneğin açan bir çiçek, sadece çiçeğin açılmasını sağlayan mekanizmayı tanımlayarak yeteri kadar ifade edilemez. Aristoteles’e göre doyurucu bir cevap, çiçek açma amacına değinmek zorundaydı(çiçeğin tekrar yaratma potansiyeli). Bu potansiyel de çiçeğin içinde mevcut olan bir dürtü ya da işleyiş olmalı diye düşündü. Dahası çiçeğin uygun şekli sadece çiçek açma halinde gelişir. Ve bu sadece “çiçek” anlayışımızın bir parçası değil ayrıca onun gelişimi boyunca kendisinin bir parçasıdır.

Aristoteles doğal cisimler ve beşeri cisimler şeklinde iki grup cisim vardı. Beşeri cisimler, cisimlere özgü olmayıp insanların yararına göre oluşturuluyordu. Doğal cisimlere örnek olarak yıldızlar, hayvanlar, bitkiler, taşlar, bulutlar ve temel maddeler verilebilir. Beşeri cisimler ise ev, fırın, kumaş ve araç gereçler gibi gündelik eşya ve yapılardır.

Ancak doğal ve beşeri cisim arasındaki ayrım basit bir ayrım değildir. Örneğin çürüyen bir sandalye orijinal şeklini kaybetse de mobilyanın bir parçası olduğu için hala beşeri cisimdir. Fakat çürüme, temel madde özelliklerinin belirlediği doğal bir süreç olduğu için de doğal bir cisim sayılır. Bir çit, insanlar ona kendi kullanımlarına göre belli bir şekil verdiği için beşeridir. Fakat nihayetinde bir bitkiden yapıldığı için de doğaldır. Bu nedenle dünyadaki cisimler kolay bir şekilde doğal ve yapay cisimler şeklinde ayrılamaz. Cisimleri kategorileştirmek, onları nasıl algıladığımıza bağlıdır.

Aristoteles Felsefesi

Aristoteles doğanın özünde dinamik olduğunu ve doğal cisimlerin devamlı gelişim halinde olduğuna kanaat getirmişti. Bu nedenle doğal bir cismi anlamak iki bakış açısı gerektirir:

  • Cisimlerin neyden yapıldığını bilmek
  • Cisimlerin nasıl ve neden değiştiğini bilmek

İlk maddeye cevap olarak Aristoteles, bütün felsefesini şekillendiren metafiziksel bir tasarı hazırladı. Her gerçek cisim, ister doğal ister beşeri olsun, madde ve şekilden(form) oluşur. Misal bir tuğla, dikdörtgen şekilli olup kil maddesinden meydana gelir. Cisimleşmemiş dikdörtgen formlar, geometride olduğu gibi gerçek cisimler değil matematikseldir. Diğer tarafta gerçek cisimler, eğer belli bir formda vücuda gelirlerse diğer gerçek cisimlerin meydana geldiği madde olarak görülebilir. Aristoteles bu düşünce tarzını, bütün kozmosu inşa etmek için kullanacaktı.

Doğal cisimlerin dinamiğini anlamak için Aristoteles 4 çeşit süreç arasında bir ayrım oluşturdu. Birincisi, bir cisim uzayda değişmeden hareket edebilir. İkincisi, karakteristiği değişmeden büyüyebilir veya küçülebilir. Diğer bir ifadeyle boyut olarak artabilir ya da azalabilir. Üçüncüsü, niteliksel değişimlere uğrayabilir. Tıpkı bir kurbağa yavrusunun, özü değişmeden bir kurbağaya dönüşmesi gibi.

Sonuncusu, bir şeyden meydana geldiğinde ya da tamamen farklı bir şeye dönüştüğünde çok önemli değişikliğe uğrayabilir. Örnek vermek gerekirse bir hayvan öldüğü zaman ve temel bileşenlerine kadar bozulduğunda bu değişiklik gerçekleşir.

Ya da temel maddeler kimyasal dönüşüme uğradıkları zaman da aynı değişiklikten söz edilebilir. Böyle bir değişimi(mekansal, niceliksel, niteliksel veya maddesel) tanımladıktan sonra onun değişimini araştırabiliriz.

Her değişimde diyordu Aristoteles; bir şey süreç boyunca değişmeden devam etmeliydi. Bu şeyi mekansal ve niceliksel değişimde tanımlamak kolayken niteliksel ve özellikle maddesel değişimlerde tanımlaması zordu. Aristoteles’e göre her gerçek cismin maddesi, şekli değişse bile aynı kalmalıydı.

Örneğin, bir parça kilden bardak yaptığımız zaman kil hala mevcuttur ve sadece şekli zamanla değişir. Yani bir birikinti halindeyken bardağa dönüşür. Bazı formlar ise kilden yapılamayacağı için(örümcek ağı gibi) madde ve form arasında benzerlikten kaynaklanan bir ilişki vardır. Yani aynı bileşene sahip olmaları gerekir.

Bu nedenle kilin bir bardak formu oluşturma potansiyeli varken bir örümcek ağı oluşturma potansiyeli yoktur. Bu durum, değişim sebeplerinin içsel olduğu doğal süreçlerde daha fazla önem arz etmektedir. Örnek vermek gerekirse bir iribaşın, bir kuş veya başka bir şey olmak yerine bir kurbağa şekli(formu) almak üzere gizli bir potansiyeli vardır. Bu nedenle Aristoteles, herhangi bir süreci potansiyel olma halinden(potansiyel kurbağa) bir gerçekliğe(gerçek kurbağa) geçiş olarak tanımlıyordu.

Dahası Aristoteles, değişimin her zaman değişen şey ve onun sebebi arasında birtakım etkileşim gerektirdiğini düşünüyordu. Etkileşim durduğu zaman değişim de sona ermeliydi. Eğer suyu ateşle ısıtırsak, ateşin su üzerinde bir etkisi olur ve değişim geçirir.

Çünkü su ateşe duyarlıdır. Suyu ısıtmayı bırakır bırakmaz ise su soğumaya başlar. Yani etki sona ermiştir ve su da eski haline dönerek değişim sona erer. Benzer bir şekilde eğer değişim nihai bir sebep tarafından gerçekleşirse, değişim objesinin bu nihai sebebe duyarlı olması ve sebep ortadan kalkar kalkmaz durması gerekir şeklinde özetleyebiliriz.

Aristoteles Öncesi Dört Temel Element

Aristoteles’in bilime en köklü katkılarından biri ve aslında fizik anlayışının temeli, elementlere ilişkin teorisiydi. Bu teori 18.yüzyılın sonuna ve kimya devriminin şafağına kadar süregeldi. Astronominin dışında, element teorisi antik doğa felsefesinin çekirdeği sayılıyordu. Tüm maddelerin bolluğunu ve değişimini açıklamakla yükümlüydü. Bugün bu disiplini kimya ve parçacık fiziği olarak adlandırıyoruz.

Ancak bugünün bilim insanlarının tersine, antik dönem filozofları nadiren deneyler gerçekleştirirdi. Onun yerine bütün mevcut ve görülen veriyle uyum içinde olan rasyonel teorilerin arayışına girmişlerdi. Aristoteles’in konuya bakışına geçmeden önce, ondan evvel gelenlerin çalışmalarına kısaca bir göz atalım.

Antik Yunanlar’a göre doğada bulunan dört element: Su – Toprak – Hava – Ateş

Sokrates öncesi felsefeciler hakkında çok az şey biliyoruz. Sadece dolaylı anlatımlar ve birkaç tane günümüze ulaşan el yazmalarından ibaret olan kaynaklar mevcut. Bunların da anlaşılması oldukça zordur. Milattan önce 7.yüzyıl dolaylarında Yunan felsefeciler dini geleneklerinden sıyrılmışlardı. Bunu, doğa fenomenlerine doğaüstü güçlerin sebep olduğu fikrini reddederek yaptılar. Onun yerine doğanın en temel ilkelerini onların maddi özelliklerine göre belirlediler.

Sokrates öncesi birçok felsefeci monistti. Yani tek bir madde ilkesinin bütün maddelerin bolluğundan(çokluğundan) ve değişiminden sorumlu olduğunu savunuyorlardı. Thales‘e göre bu ilke “su” idi. Anaksimenes ise “hava” olduğunu iddia ederken Anaksimandros, her şeyin maddesinin apeiron denen sınırsız bir töz olduğunu söylemişti. Heraklitos için ise “ateş” maddenin ilkesiydi.

Anaxagoras gibi pluralistler ise maddelerin sonsuz çokluğunun sonsuz ilkeler(elementler) gerektirdiğini varsaymıştı. Herhangi bir değişime sebep olan şey ise, elementlerin karışması ve ayrılmasıydı.

Empedokles ise Pisagor’un, “her şeyin karşıt ikililik(dualizm) ilkesine göre oluştuğu fikrini benimseyerek, Aristoteles’in sonradan faydalanacağı bir derleme geliştirdi. Öncekilerin öne sürdüğü su, hava, ve ateş elementlerine toprak elementini ekleyerek dört elementli bir sistem oluşturdu. Sistemde elementler birbiriyle, doğadaki cisimlerin bolluğundan sorumlu olan itme-çekme olgusu sayesinde etkileşime giriyordu.

En ilgi çekici görüş ise Demokritos tarafından ifade edilen “atomculuk” olabilir. Bir tarafta atomculuk, Anaxagoras’ın pluralizmine benzemektedir. Çünkü Demokritus, cisimlerin çeşitliliğini oluşturan sayısız miktarda atomun var olduğunu iddia ediyordu. Ve bütün değişimlere de atomların ayrılması ve karışması sebep olmaktaydı. Diğer yandan antik atomculuk görüşü dualistik bir doktrindi.

Çünkü ilkeleri maddeyi ve boşluğu kapsamaktaydı. Bu nedenle atomlar, madde ve boşluğun belli bir dağılımı olarak görülüyordu(Atom kelimesi Yunanca “atomos”dan gelir. Bölünmez, parçalanmaz anlamındadır). Bu şekilde madde, zamandaki bütün değişimlerden geçerek görünmez, düzensiz şekilli küçük bölgeler oluşturuyordu.

Demokritos’a göre maddenin hiçbir “maddesel” özelliği yoktu. Maddenin boşluktan nasıl farklı olabileceği konusu net değildi. Demokritos, maddenin “dolu” ve boşluğun “boş” olduğu savunulduğu zaman böyle bir boşluğun, doğanın bir prensibi değil fakat bir hiçlik olduğunu iddia ediyordu. Buna göre hiçliğin varlığına ilişkin iddialar bir çelişki ortaya çıkarıyordu. Bu tartışma, boşluğun var olup olamayacağı sorunsalı çevresinde günümüze kadar süregelmiştir.

Atomculuk, tarih boyunca önde gelen fakat çok fazla tartışılan bir doktrin olarak kalmıştır. Aristoteles’in de aralarında bulunduğu, teoriye ilişkin eleştiri getirenlerin birçok itirazı vardı.

Örneğin filozoflar atomların varlığına ilişkin hiçbir deneysel kanıtın olmadığını ileri sürüyordu. Dahası, madde hiçbir maddesel özelliğe sahip olmadığından, farz edilen atom şekline dayalı maddesel özelliklere ilişkin her açıklama oldukça şüpheliydi. Aslında Demokritos ve takipçileri maddelerin renklerini, tadını veya diğer özelliklerindeki farklılıkları açıklamak üzere çeşitli şekiller öne sürdü. Nihayetinde atomculuk, birçok insanın kavraması zor bir konu olmuştu aslında.

Maddenin bölünemez olduğu ve hiçbir içkin özelliğe sahip olmadığı fikri sağduyuya biraz aykırı gibiydi. Çünkü kanıtlar tam tersini gösteriyordu.

Platon ise kendinden önceki Pisagorcu fikirlere ve Empedokles’in doktrinine dayanan bir atomculuk modeli geliştirmişti. Model, çağdaşları tarafından bile ezoterik olarak görülse de etkisi çok büyük olmuştur. Çünkü Platon, teorisini bir yaratılış miti olacak şekilde oluşturmuştu.

Teorisi, ilahi yaratıcının dünyayı, maddeyi değil fakat boşluğu şekillendirerek geometrik fikirlere göre inşa ettiği anlayışını barındırıyordu. Empedokles’in ateş, hava, su ve toprak elementleri dört tane görünmez, küçük, düzgün çokyüzlü bir geometrik cisimden oluşuyordu. Bunlar atom değildi fakat iki farklı çeşit bölünemeyen üçgenden teşekküldü.

Aristoteles’in Varlık Anlayışı

Aristoteles ise her iki atomcu görüşü reddetti ve Platon’un sisteminin matematiksel fikirleri gerçek cisimlerle karıştırdığını savundu. Bunun yerine, Empedokles’in dört elementine yeni bir boyut kazandırdı. Aristoteles’in görüşünde doğa elementleri, doğanın belirleyici vasfını temsil etmeliydi.

Yani doğanın dinamiklerini sürdüren maddenin temel özelliklerini içinde barındırmalıydı. Maddenin temel vasfı ise onun somut olmasıdır. Bu somutluğa Aristoteles duyusal iki özelliği dahil ediyor: Madde kuru ve ıslak olabilirken soğuk ve sıcak da olabilir.

Bu özelliklerin ne olduğunu daha da detaylandırmak adına, her elementin iki kategorideki özelliklerden birine sahip olduğunu, böylece Empedokles’in dört elementiyle ilişkilendirdiği bir sistemi ortaya çıkarıyor Aristoteles. Daha anlaşılabilir olması için şöyle diyebiliriz: Kuru ve soğuk, toprak elementinin özellikleriyken ıslak ve soğuk, suyun özelliğidir. Islak ve sıcak havanın nitelikleri olup kuru ve sıcak, ateşe içkin özelliklerdir.

Kaldı ki Aristoteles için sert ve yumuşak, pasif özelliklerdir. Çünkü bunlar maddenin genleşme gibi özelliklerini belirler. Sıcak ve soğuk ise aktif özelliklerdir. Çünkü diğer maddeler üzerinde bir etkiye sahiptir.

Söz gelimi su, eğer ateş tarafından ısıtılırsa genişler ve soğuduğu zaman küçülür. Bu nedenle yukarıda bahsedilen iki tip özellik, maddenin hem gözleme dayalı niteliklerini ve aralarındaki temel etkileşimleri temsil ediyordu.

Aristoteles elementlere ilişkin teorisini, kimyadan fiziğe, meteorolojiden kimyaya ve tıbba kadar uzanan çeşitli doğa fenomenlerini açıklamak için kullandı. Üstelik filozofumuzun teorisi, metal bilim ve yemek pişirme dahil, maddelerin kimyasal işlenmesi diyeceğimiz olgu üzerine ilk eserini yazmasını sağladı.

Aristoteles, doğal ve teknolojik fenomen arasında temel bir ayrım gözetmiyordu. Çünkü maddeler ve etkileşimleri, doğada ve yapay süreçlerde aynıydı. Buna ek olarak da diyebiliriz ki elementler, bütün dünyayı iki farklı yaklaşım içinde düzenledi.

Dünya’nın Hiyerarşik Yapısı

Platon’un teorisinde de olduğu gibi Aristoteles’in elementleri birbiriyle etkileşime girebilir ve dönüşebilirdi. Ateş elementi(sıcak ve kuru), su elementinin(soğuk ve ıslak) soğuk niteliğini gidermek üzere onunla etkileşime girdiği zaman su elementi bir çeşit hava elementine dönüşürdü(sıcak ve ıslak).

Aristoteles açısından elementler gerçek cisimlerdi; her ne kadar saf olmayıp karışım halindeyseler de. Bu metafiziksel görüşe göre, hem elementler hem de gerçek cisimler madde ve formdan oluşmalıydı. Buna ek olarak da cisimlerin elementsel özellikleri de onların belirli formlarıydı.

Aristoteles’in fiziksel değişim paradigmasında, elementlerin dönüşmesi hususunun yerini “element formu” anlayışı almıştı. Fiziksel değişim teorisi, herhangi bir nitelikten yoksun temel(birincil) maddenin sürekli değişime tabi olmasını gerektiriyordu. Temel madde herhangi bir niteliğe ve forma sahip olmadığı için gerçek bir cisim değildi. O sadece elemente ait özelliklerin taşıyıcısı ve fiziksel dünyayı birleştiren fiziksel değişimin özüydü.

Yine de Aristoteles’in temel maddesi sonradan sayısız yanlış anlaşılmaya yol açacaktı. Özellikle de simyacıların maddenin temel yapısını bulma arayışları sırasında bu durum yoğun olarak görülecekti.

Temel maddeden oluşan elementler ve onların elementsel özelliklerinin belirli formları hususuyla birlikte Aristoteles, fiziksel dünyanın bir hiyerarşisini geliştirdi. İlk basamakta temel bileşikler için, elementler madde olarak ve bileşimi ise özel form olarak görülüyordu. Sonraki basamakta odun gibi heterojen bileşikler, insan kolu veya bir ağacın gövdesi gibi canlıların kısımlarını oluşturmak üzere meydana gelebilirdi.

Eğer belli formlara göre tanzim olurlarsa bir canlı meydana getirebilirlerdi. Aristoteles’e göre canlılık için, düzenleyici ilke olarak çalışmak ve metabolizmayı kontrol etmek açısından “bitkisel bir ruh” gerektiriyordu. Hayvanlar ise, canlıların hareket etmesini ve hissetmesini sağlayan, fazladan bir üst seviye ruha sahip olmakla bitkilerden ayrılıyordu. Öte yandan insanlara, niyet ve amaçlarına göre hayatlarını düzenlemesini sağlayan bir “entelektüel ruh” bahşedilmişti.

Hava, su ve toprak dahil inorganik dünya, hava olayları ve mevsimler gibi düzenli ve periyodik fenomenleri oluşturmak üzere yapılanmıştı. Son olarak Aristoteles için her hareketin bir sebebi olması gerektiği için, tanrıları, yıldızların düzenli hareketinin nihai sebebi olarak gösterdi.

Bu tanrılar, temel(birincil) madde gibi formlar ve maddelerden oluşmamıştı. Daha ziyade gerçek olayları maddesel olmayan varlığı ve etkinliğiyle düzenleyebilen insan zekası gibi tanrılar da saf formdaydı ve “hareket etmeyen” hareket ettirici konumdalardı.

Aristoteles’in Evreni

Aristoteles, çalışmasının başlangıcı olarak odak noktasını, öncelikle Empedokles’İn fikirlerine yöneltti. Empedokles değişimin dört elementin etkileşiminin bir sonucu olduğunu düşünüyordu. Sevgi ve nefret duyguları bu elementler üzerinde etkiye sahipti. Bu etkileşim ilk olarak mineralleri, sonra bitkileri ve nihayet hayvanları uzun süreli etkileşimler zinciri sonucu meydana getirmişti.

Keza Aristoteles, Dünya’nın bulunduğu evren bölgesinin, yani Ay’dan Dünya’ya uzanan küresel bölgenin, dört element arasındaki etkileşimlerden hasıl olduğunu düşünüyordu. En ağır toprak elementinden oluşan Dünya, doğal yerinde, Ay-altı bölgenin merkezinde hareketsiz bir şekilde duruyordu.

Su küresi ise Dünya’yı çevreliyordu. Fakat toprak ve su arasındaki sınır düzensizdi. Çünkü gezegenimizi kuşatan okyanusun üzerinde kıtaların daha yüksek kısımları bulunuyordu. Hava küresi de onun hemen üzerindeydi. Hava küresinin de üzerinde fakat Ay’ın aşağısında, elementlerin en hafifi olan ve gezegenlerin sonsuz alemine geçiş olan ateş küresi vardı. Bahsedilen bu Ay-altı alem değişim ve bozulmanın diyarıydı.

Ay’ın ötesindeki evren bölgesinde her şey, “eter” diye isimlendirdiği 5.elementten oluşmuştu. Gezegen yörüngeleri eterden yapılmış katı, kristal kürelerdi. Ayrıca kusursuz bir şekilde parlak olan, eterden yapılmış gezegenler de bu yörüngelere sıkı sıkıya bağlıydı. Sonuç olarak göksel alemin değişmez olduğunu söyleyebiliriz.

Elementlerin hareketinin altında yatan kuvvet ise ana muharrik(Prime Mover) ya da ilk hareket ettirici denilen bir itici gücün tesiriydi. Empedokles’den alıntı yaparak, Aristoteles’in ana muharriki, sabit yıldızların en dış küresini(primum mobile) harekete geçiren ruh için sevgi ve arzu objesi olarak işlev görüyordu.

Primum mobile her yirmi dört saatte muazzam bir hızda kendi etrafında dönüyordu ve bu hareketi gezegenlerin yörünge kürelerine iletiyordu. Sonraları Aziz Thomas Aquinas(1225-1274) gibi Hristiyan tefsirciler, Aristoteles’in Prime Mover fikrini kendi Tanrı görüşleriyle uzlaştırdılar. Bunun gibi dine yapılan eklemeler de Aristoteles’in felsefesinin uzun yüzyıllar boyunca Batı dünyasında etkili olmasının sebeplerinden birisidir.

Dünya’nın Kozmolojik Yapısı

Aristoteles, evreni, her biri bir elementle ilişkili, iç içe geçmiş küreler olarak görüyordu. Antik Yunanlar gezegenimizin küre şeklinde olduğunu biliyorlardı. Hatta Eratosthenes, Dünya’nın çevresini büyük bir doğrulukla hesaplamıştı. Dünya, ağırlıklı olarak toprak elementinden oluşuyordu.

Büyük kısmı oluşturan bu toprak yüzeyi ise ekseriyetle su yüzeyi kaplıyordu. Atmosferi ise hava tarafından çevriliydi. Atmosferin alt katmanı nem(bulut ve yağmur) ile doluydu. Nemin varlığı, hava olaylarını belirleyen su ve hava katmanı arasındaki bir aralıktaki hava akımından teşekküldü. Atmosferin yukarısında olan bir sonraki kürede, ki Ay’a kadar uzanır, ağırlıklı olarak ateş elementi bulunuyordu.

Aristoteles, iç içe geçmiş bu küre modelinin bolca fiziksel kanıtını görmüştü. Özellikle toprak sudan daha ağırdı. Su ise havadan daha ağırdı ve ateş ise en hafifleri olarak yukarıya yükseliyordu. Suyun içindeki bir taş batarken bir hava kabarcığı yükseliyordu.

Bu şekilde gözlemlediği düzene dayanarak her elementin muayyen(özel) küresine, yani “uygun yeri” dediği bir bölgeye hareket etme eğiliminde olduğu sonucuna vardı. Bu teori ayrıca, şimdi kütleçekim kuvveti olarak açıkladığımız, Dünya üzerindeki herhangi sıradan bir fenomeni de açıklayabiliyordu.

Ay’ın bulunduğu bölgenin yukarısında, durum oldukça farklıydı. Dünya Merkezli Evren Modeli‘nde Güneş, yıldızlar ve gezegenlerin Dünya etrafında dönüyor gibi algılandığı için bu dönme hareketinin, ek bir kuvvet olmadan, Dünya bölgesinde görülmesi imkansızdı. Dolayısıyla Aristoteles, yıldızların ve civarlarında bulunanların, bilinmeyen tamamen farklı bir maddeden oluştuğunu varsaydı. Bu madde, düz bir hareketten ziyade dairesel bir hareketi mümkün kılan, Aristoteles’in “eter” dediği bir maddeydi.

Aristoteles’in evren anlayışı. Merkezde Dünya olmak üzere diğer tüm gök cisimleri onun etrafında dönüyor.

Aristoteles’in modeli, gök cisimlerinin düzensiz hareketini birçok düzenli kürenin üst üste gelmesiyle açıklayan kompleks bir geometrik model geliştirmiş olan astronom ve matematikçi Eudoxos‘a(M.Ö 395-342) dayanır.

Merkezinde Dünya’nın bulunduğu ve bütün gök cisimlerinin onun etrafında dairesel yörüngelerde döndüğü bu yermerkezli kozmolojik model, daha sonradan teferruatlı olarak Yunan matematikçi ve astronom Claudius Ptolemy(M.S 90-168) tarafından geliştirilecekti. Ancak, milattan önce 3. yüzyıl kadar erken bir tarihte Sisamlı Aristarchus, Güneş’in evrenin merkezinde ve Dünya’nın onun etrafında döndüğü görüşünü, Nicholas Copernicus‘dan yaklaşık 1800 yıl kadar önce öne sürmüştü.

Aristoteles’in kozmolojisi, onun uzay ve zaman üzerine görüşlerini anlatmadan eksik kalır. Eğer, “Yıldız küresinin ötesindeki uzayda ne var?” diye sorarsanız Aristoteles, bu sorunun bir anlamı olmadığını çünkü yıldız küresinin ötesinde bir uzayın mevcut olmadığı şeklinde yanıt verirdi.

Ona göre bütün evren çok büyük fakat maddeden yapılmış sonlu bir küreydi. Her element de(eter de dahil) evrendeki özel konumunda bulunmaktaydı. Aristoteles açısından, maddesiz bir uzayın varlığı, hem kozmoloji de hem de atomculuk görüşünde mümkün gözükmemektedir. Lakin uzayın tersine zamanı, ezeli ve ebedi yani sonsuz olarak görüyordu.

Aşağı yukarı Aristoteles’in evren görüşünün yukarıda anlatılanlar olduğunu söyleyebiliriz. Milattan sonra beşinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Batı dünyası, yüzyıllar boyunca Aristoteles’in felsefesinin büyük bir kısmından bihaberdi. Çalışmaları ise İslam dünyasındaki müslümanlar tarafından Arapça’ya çevrildi.

Bu çeviri hareketi de 8.yüzyıldan itibaren İslam biliminin büyük bır kısmının temelini oluşturmasına katkı sağlamıştı. Ortaçağ’ın sonlarında Avrupa, doğu dünyasıyla temas kurmaya başlayınca da Aristoteles gibi klasik filozofların çalışmaları tekrar “keşfedilmiş” oldu.

Leave a Reply